Emre Berat COŞAR
Selamlar. Ben Emre ve bu yazım hayatımda ilk yurtdışı tecrübemi ve edindiğim arkadaşlıkları içeren nispeten duygu yüklü anılar ile alakalı olacak. 23 Haziran Çarşamba günü sabahının fazlasıyla erken saatlerinde Kayseri’den başlayan uçak yolculuğum neredeyse 11 saat sonra Fransa’nın Clermont-Ferrand şehrinde son bulacaktı. Tabii ki bu kadarını hayal dahi edememiştim. Valiz hazırlarken biraz bonkör davranmış olacağım ki bagajım epey ağırdı. Bunun sıkıntısını sonradan çektim. Aslında 7 gün gibi kısa bir proje için sekiz dokuz çeşit kıyafet götürmüştüm. Siz yapmayın lütfen. Hafta sayısı artı dört yeterli kombin miktarı için iyi bir formül. Büyük valizim ve ben yola çıktık. Başlarda aklım bir karış havada müzik dinlerken havalimanında bir sürü sorun ile karşılaştım. Kabul mektubunun çıktısını almaya üşenen ben bagaj kabulünde masum masum “ehe, Fransa, Erasmus+ abi” diyerek beni kabul etmelerini bekledim. Benim acemiliğim. Bagajımı normalde Fransa’da almam gerekirken bu ahmaklığım sonucu İstanbul’da bir hayli uğraşmam gerekti. 2. Güvenlik kontrolünden geçerken yanıma aldığım törpü yüzünden bıçak kaçakçısı gibi hissettim. Neyse ki fazla sürmeden cam kenarındaki yerimi aldım. İşte tam o an heyecanlanmaya başladım çünkü artık geri dönüş yok gibi bir şeydi. İstanbul’da Melike ile tanışacak oradan da beraber Fransa uçağımıza binecektim. İstanbul’a indim ve doğruca valizime koştum. İstanbul Havalimanı gerçekten de devasaymış. Valizime ulaşmam 13 dakikamı aldı. Valizimi aldıktan sonra Türk Hava Yolları dış hatlar bagaj kabul noktasına gitmek için navigasyon açacaktım resmen. Uzun bir yürüyüş sonucu bagaj kabul yerini bulup teslim ettim fakat aklımda bir sürü soru işareti vardı. Acaba beni uçağa almayabilirler miydi? Veya herhangi bir belgem eksik miydi? Kafamda tüm bunlar dönüp dururken bir görevliden yardım etmesini rica ettim ve yetkililerle konuştum. Her şeyim tamdı. Kabul mektubum, PCR testim (tabii ki negatif), pasaportum ve biletlerim. Doğruca sınır kapısına gittim ve inanılmaz derecede yoğun bir sıraya girdim. En sonunda sıra bana geldi. Evet dedim, “Emre sen gidiyorsun abi”. Sonra oradaki polis “Nereye kardeşim? Git harç pulu al” dedi. Hayatımın en gereksiz 30 dakikasını yaşamış oldum. Gidip yurtdışı pulu aldım tekrar sıraya girdim. En sonunda tüm güvenlikleri geçip uluslararası cennet olan Duty Free bölgesine eriştim. Melike beni orada bekliyordu. Hemen tanışıp kaynaştık. Onun hakkında şunları söyleyebilirim aşırı sıcakkanlı ve bakır renkli saçları olan eğlenceli ve bir o kadar da çılgın bir kız. Ankara’da gazetecilik ve sosyoloji çift ana dal yapıyor. Kendisi daha önce Almanya ve Budapeşte gibi yerlerde projelere katılmış. Bana tecrübelerinden, daha doğrusu önümüzdeki 7 gün içerisinde başıma gelecekler hakkında kısa brifing yaptı. Çok da isime yaradı açıkçası. 2 saatlik beklemenin ardından uçağımıza doğru yola koyulduk. İkimiz de fazlasıyla uykulu ve açtık. Uçakta yerlerimizi aldık. Klasik sıkıcı uçak konuşmalarından sonra kalkışa geçtik. Hayatımın en uzun uçuşu oldu. O kadar uzundu ki 1 film bitirip yemek yiyip biraz da kestirdim yine de 15 dakikalık yolumuz vardı. Uçakta aşırı lezzetli ve çeşitli yemek ikram ettiler. İyi bir zamana denk geldik çünkü pandemi sebebiyle bunlar 1 hafta öncesine kadar yasakmış. Açlık kötü bir şey ciddiyim. Boğazınıza düşkünseniz daha kötü. Havalimanından indiğimizde Cem Yılmaz’ın gösterisindeki yurtdışına giden Türk kısmı geldi. Sınır polisi ile olan konuşmamı kafamda canlandırıp durdum. Ucunda ülkeye geri gönderilmek var neticede. Beklemeler beklemeler… Sonunda sıra bana geldi. Her şeyimi tak tak tak uzattım. Pasaport (ilk sayfası açık halde ve yüzde bir tebessüm ile burası önemli), negatif PCR test sonucu, kabul mektubu ve zihnimde kurduğum Erasmus Plus projesi için geldiğimi anlatan afili İngilizce cümleler. Sınır polisi benimle her ne kadar sadece Fransızca konuşuyor olsa da ben İngilizcem ile bir şekilde kendimi anlatıp “sorun yoktur efendim geçebilirsiniz” damgasını işlettirdim. Sonrasında asil proje şehrimize gidecek olan otobüsü bekledik. Bu sırada diğer ülkelerden gelen proje arkadaşlarımızla tanıştık. İlk kez tamamiyle İngilizce iletişim kuruyor olmak zor gelse de üstesinden geldim. Pablo, Clara, Mohammed ve Ihab ile tanıştım. Sonrasında bize Slovakya’dan Paula ve Igor eşlik etti. Otobüs yolculuğu ve otele yerleşme kısmı bende biraz sisli çünkü yorgunluk dendiği zaman benim alıcılarım kapanıyor. Otobüste direkt uyudum. Geldiğimizi hatırlıyorum sadece ve yürüyüp otele geçtiğimiz sonrasında da otelde direkt uyuduğumu. Otel fazlasıyla nezih ve kibar bir yer. Aslında rezidans gibi bir yer desek daha doğru. Odalar tek kişilik. Kendisine ait dolabı, banyosu ve tuvaleti ile “panjurlu” boydan pencereleri vardı. O panjur öylesine isim yaradı ki anlatamam. Hemen toplandık bize kısa bir bilgilendirme yaptılar proje yarın başlayacaktı. Oda anahtarlarımızı ve yemek kartlarımızı verdiler. Sabah ve akşam yemekleri dolaptan, öğle yemeği yemekhanedenmiş. Bizim oraya gelmemiz neredeyse akşamı bulduğundan derhal akşam yemeğine yöneldik. 3 çeşit sunuyorlardı bize. Et, tavuk ve vegan. Sanırım beni o ana kadar en heyecanlandıran kısım bu seçim anıydı. Çünkü hepsi daha önce tatmadığım değişik yemekler farklı kültürlere ait esintiler içeriyordu. Evimde yediğim kuru fasulye, nohut, pilav, cacık orada tabii ki yoktu. Hindi etini tercih ettim yanında tatlı olarak frambuazlı cheescake vardı ve tadı enfesti. Sonrasında dediğim gibi derhal uyudum fakat millet partilemiş. Bu biraz üzdü. Ertesi sabah yani projenin ilk günü tanışma etkinlikleri ile başladı, herkes kendisinden bahsetti. 10 farklı ülkeden 20’den fazla insan bir arada… Kültür şoku yaşamaya fırsat bulmadan farklı kültürleri tanımak ilginç bir deneyimdi. Proje eğitmenimiz Gabi bizlere “energizer” diye adlandırdığı tonla işkence uyguladı. Şaka yapıyorum. Bazıları cidden eğlenceliydi. Sabah mahmurluğunu üzerimizden atmamızda fazlasıyla yardımcı oldu. Bu arada yazının heyecanından bahsetmeyi unuttum. Sabah kahvaltısı. Etkinliklerden önce kahvaltıya indik. Tepsimi aldım. Bir de ne göreyim küçük bir parça ekmek, reçel, tereyağı ve kruvasan bir de kâse. Gayet yeterli, “kâseye de mısır gevreği koyuyoruz herhalde” dedim. Meğer o kâse kahve içinmiş. Milyon çeşit barındıran Türk kahvaltısından tamamen uzak bir kahvaltı. Biraz aç kaldım diyebilirim. Ve evet her sabah bu kahvaltı vardı. Keşke bir yumurta, Kayseri sucuğu, peynir, zeytin olsa dedim ama yine de lezzetliydi. Tanışma faslından sonra öğle yemeğine gittik açık büfe tarzı bir restoranı vardı. Burada bahsetmem gereken konu şu ki tatlıların hepsi on üzerinden yirmi dokuz. Hatta otuz dokuz. Her gün farklı tatlı hatta bazı günler 2 tatlı denedim. En az beğendiğim baklava levelinde falandı. Yemekten sonra etkinlik hakkında bizi biraz daha bilgilendirip ilerleyen günlerde göçmenlerle ve mültecilere değineceğimizi, bunları yaparken dijital araçlar kullanılarak nasıl farkındalık oluşturulabileceğimiz hakkında kısa bir bilgilendirme yapıldı. Sonrası yine tanışma ve kaynaşma etkinlikleri ile devam etti. Eğitim ve bilgi odaklı zamanlar ile eğlence güzel dengelenmişti. Proje boyunca sıkıldığım bir an hatırlamıyorum. İnsanlar çok cana yakındı ve herkes birbiriyle tanışmaya ve eğlenmeye hevesliydi. 1 hafta boyunca şehri gezme fırsatım da oldu. Küçük ama yoğun bir şehir olduğu gözlemlemedim. Türkiye’den tamamıyla farklı. Gerçi her seferinde kıyaslamak ne kadar doğru tartışılır fakat dediğim gibi ilk seferimi ve ilk tecrübelerimi aktardığım yazı olduğu için aklınıza gelebilecek ne varsa evet benim için onlar ilk. Proje boyunca birçok farklı etkinlik yaptık. İsmi sanırım “Agustus” olan bir kafeye gittik. Şehrin içinde sokakların arasında küçük hoş bir kafe. Burası oraya gelen göçmenlere yıllar boyu yardım etmiş hem kafe hem sohbet dayanışma alanı olmuş ve bunların da gösterildiği belgeseller çekilmiş. Onları izledik film gibi geldi. Diğer proje arkadaşlarımız çok şaşırsa da benim Türkiye’nin konumundan dolayı aşina olduğum bir konuydu mülteciler. Ekibimizden iki kişi de Filistinliydi ve bu da göçmenleri daha iyi anlamamızda bize yardımcı oldu. Onlar kendilerinin ve arkadaşlarının tecrübelerini paylaştıkça projenin konusuna daha hâkim hissettik. Kafe sahibi olan tatlı bir hanımefendi ve yaşlı bir amca bizlere Fransızca olarak kafenin tarihinden ve çekilen belgesellerin nasıl çekildiğinden bahsetti. Diğer proje eğitmenimiz olan Gilles bize anlık olarak Fransızcadan İngilizceye çeviri yaptı. O an cidden ona imrenerek bakmıştım. Sunumlar ve sohbetler bittikten sonra herkes kafede fotoğraflar çekilmeye, hâlihazırda orda bulunan eskiden buralara göçmüş insanlar ile sohbet etmeye başladı. Akşam yemek saatimiz normalde akşam altı ve dokuz arasında alt kattaki dolaplarda olurdu fakat o gün tüm ekip akşam yemeğimizi kafede yedik. Bize makarnalı sebzeli bir yemek hazırlamışlardı. Tadını açıkçası pek beğenmesem de belli etmeyip hepsini bitirdim. Kafeden ayrılma saati yaklaştığında ikinci bir şaşkınlık yaşadım. Akşam saat dokuz olmuştu fakat hava sanki akşam beşmiş gibi aydınlıktı. Coğrafya farkı beni fazlasıyla etkiledi. Öyle ki havanın tamamen kararması bazen geceye doğru on biri buluyor. Bu yüzden odamızdaki panjurlar tam bir cankurtaran görevi gördü. Kafeden çıkıp şehir içinden kalacağımız yere kadar grupça yürüdük ve sohbet ettik. Yürürken o bölgenin önemli bir mimarisi olan Notre Dame Katedralinin önünde dolu dolu fotoğraf çekildik ve şehrin içinden geçerek rezidansa gittik. Beni şaşırtan bir diğer şey de oradaki insanların pandemi konusunda gayet rahat davranması herkesin kafelerde bahçelerde eğlenmesi olmuştu. Çünkü ben Türkiye’den karantinadan çıkara gelmiştim. Rezidansa vardığımızda hiç enerjim kalmamış direkt uyumuştum çünkü ertesi gün için enerji toplamam gerekiyordu. Ertesi gün sabahki etkinliklerden sonra öğle yemeğini yiyip bölgenin en yüksek bölgesi olan Puy de Dome volkanına tırmanacaktık. Dünün verdiği uykusuzluk beni etkilemiş olacak ki tırmanırken kesildim. Otobüs bizi en altta bir alana bıraktı. Orada beklememiz gerekiyormuş fakat grubumuzdaki Fransız katılımcımız olan Vincent bize yolumuzun kısa olduğunu ve yürürsek daha hızlı varacağımızı söyledi. Keşke dinlemeseydim. Tam üç kilometre yürüdük bazı kısımlar öylesine dikti ki tırmanırken zorlandık en sonunda düzlüğe ulaştık. Fakat bu son yeni bir başlangıcın habercisiymiş. Üç kilometrelik tırmanma sonucu ulaştığımız yere zaten bekleseydik bizi araba ile bırakacaklarmış. Ben o an orada anladım ki bunu başaramayacağım. İyi yani şu ki bu gezi sırasında çok iyi bir dostluk edindim. Kendisi İtalyalı idi ve adı Mario. Daha 19 yaşında liseyi yeni bitirmiş ve müzik ile uğraşan çılgın bir çocuk. Kafalarımız fazlasıyla uyuştu birbirimize ikimizin de anadili olmamasına rağmen İngilizce hayallerimizden, hobilerimizden, anılarımızdan bahsettik. Çok farklı bir deneyim oldu ikimiz için de. Aynı zamanda onun da ilk projesiydi bu katıldığımız. Ekipten herkes tırmanmaya devam etti. Zirveye 1,5 kilometre daha vardı. Ben ve İtalyan arkadaşım Mario gördüğümüz her taşta oturarak, her dönüşte dinlenerek 2 saatten uzun bir sürede zirveye ulaştık. Ekiple devam edip en tepede oturup manzaranın tadını çıkarttık. Bu bölge orası için ikonik bir yermiş. İnsanlar hafta sonları yanlarına çantasını hazırlar buraya tırmanıp inerlermiş. Tepede bizleri yamaç paraşütçüleri karşıladı. Kayseri’de deneyimlediğim bir tecrübeydi fakat o an orda da denemeyi çok istedim. Çıkması neredeyse üç saatimi alan dağdan inmem yaklaşık on dakika falan sürdü. Aşağıda Gilles bizi otobüsümüze götürmek için bekliyordu. Arabasına doluştuk ve dağdan aşağı son sürat ve son ses müzikle indik. O müzik halen Spotify favori listemde. Sonrasında yurda dönüp üzerimizdeki topraklardan arındık ve aşağıya partiye indik. Projenin en sevdiğim yanlarından birisi de buydu. Eğitmenlerimiz de bizimle eğleniyor, anılarından bahsediyor ve gülüyorlardı. Yaşın, milletin, cinsiyetin ve ırkın hiç öneminin olmadığı tarafsız bir bölgede gibiydik. Partilerimiz genelde klasik ikili olan bira ve çerezler ve birtakım oyunlar ile geçiyordu. Herkes ilginç anılarını anlatıyordu. Kimisi çıplak bir şekilde çatıda uyanmış kimisi daha ilk kez o an alkol içiyormuş. Bugünden sonra herkesi biraz burukluk sardı. İlerleyen günlerdeki etkinlikler daha eğitim odaklı ve iç mekânda geçti. Sadece bir veda partisi tadında kültür gecesi yaptık onun haricindeki tüm aksiyonları ilk günlerde yaşadık diyebilirim. Anka Gençlik Derneği’ne bana bu projeye katılma fırsatı verdikleri için çok teşekkür ederim.